ERCİYES’TE PANİK
Dört arkadaşla birlikte doksan yedi model arabamın gazını köklemiş Erciyes dağının kıvrımlı yollarına tırmanıyorduk.Direksiyonda ben vardım.Zirveye çıkmamıza bir kaç kilometre kala arabanın motoru birden duruverdi.Issız dağ başında çaresiz kalakaldık.Çünkü arabayı yeni almıştık ve kaputun nereden açılacağını bile bilmiyorduk.O yıllarda cep telefonu diye bir iletişim aracı icat edilmediğinden 112 acil numarayı arama imkanımızda yoktu.
Bir arkadaşın önerisiyle arabayı ittirerek yönünü iniş aşağı çevirdik.Fireni bırakınca araba hızlanmaya başladı ama motor bir türlü çalışmıyordu.Motor çalışmayınca firen sistemleri şişti, arabayı güç bela el freni ile durdurmayı başarabildik.
Yaz dönemi olduğundan Erciyes’e gelen gidende olmuyordu.İkindi vakti olduğundan hepimizin içine bir korku düştü.Akşam olunca bu dağ başında ne yapacaktık.Yaz günü bile olsa Erciyesin gece ayazı adamı dondururdu.Kayserili olan bir arkadaş bir öneride bulundu;
‘Arkadaşlar, ben bu yolu biliyorum.Yürüyerek en yakın yerden yardım istemeye gideyim’ dedi.Ben karşı çıktım;
‘Yürüyerek gidemezsin, en yakın yerin uzaklığı yirmi kilometre, akşama yetişemediğin gibi dağ başında kurda kuşa yem olursun...!’ dedim.
Bu arada ikindi vakti yavaş yavaş geçmek üzereydi.Erciyesin kuzey kısmında bulunduğunuz için güneş çoktan kaybolmuş, akşam serinliği içimizi ürpertmeye başlamıştı.Dağ başında korkutucu bir sessizliğin içinde derin düşüncelere daldık.Yanımızda ne suyumuz vardı, nede yiyebileceğimiz bir yiyecek vardı.Sigaramız ve çakmağımız vardı.Çaresizlik içinde sigaramızda bitince aklımız başımıza geldi.Bu dağ başında hiç bir şey yapmadan öylece durup bekleyecek halimiz yoktu.Arabayı olduğu yerde bırakıp Kayseri istikametinde yürümeye başladık.Akşam serinliği gittikçe artıyor, adımlarımızı dahada hızlı atıyorduk.Çok korkuyorduk, Erciyesin dik yamaçları ve derin vadileri korkunç bir karanlığa gömülmüştü.Güneşin son kızılllığıda kaybolmak üzereyken karanlık vadinin içinden bir bağırtı sesi duyduk. Hepimiz korkumuzdan olduğumuz yere çöktük...Ses giderek yaklaşıyor ama kimin seslendiği görünmüyordu.Ne olduğunu anlamaya çalışırken kocaman bir kayanın arkasından ufak tefek bir adam çıkageldi.Orta yaşlarda, pala bıyıklı, kırmızı yanaklı, koca göbekli, sallana sallana bize doğru gelen adama şaşkın şakın bakıyorduk.Bir elinde rakı şişesi, diğer elinde sigarasıyla ayakta zor duruyordu.
‘Nörüyonuz hemşerim bu dağ başında?’ demesiyle kendimize geldik.
‘Arabamız bozuldu, çalıştıramadık, bizde Kayseri’ye gidiyok’ dedim.
‘Arabanız nerde, yakın mı?’
‘Şu tepenin ardında...’
‘Hadi gelinde tamir edek...’ deyince şaka yapıyor zannettik.Bu dağ başında arabamız bozulmuş ve denk gele gele bir sarhoşa rastlamıştık.
‘Amca, arabamız bozuk, çalışmıyor, sen ne anlarsın tamirden...’ deyince sarhoş adam iyice dellendi;
‘Laayynn! Delirtmeyin adamı...Beni arabanın yanına götürün’
Sarhoştan çok korkmuştuk, çaresiz dediğini yapmaya karar verdik.Sarhoşun koluna girip, bir kaç yüz metre ilerideki arabanın yanına götürdük.
‘Kaputu açın’ deyince;
‘Abi biz kaputun ne olduğunu bilmiyoruz ki açalım’
Sarhoş adam, bir öğretmen edası içinde kaputun nasıl açılacağını gösterdikten sonra söylenmeye başladı;
‘Çoluk çocuğa ehliyet verirsen olacağı budur, kaputun ne olduğunu bilmiyor...’
Sarhoş, arabanın motoruna eğildi, elindeki rakı şişesini kolunun altına sıkıştırıp kablolardan bir kaçını söküp tekrar yerine taktı.Biz dört arkadaş sarhoşu izliyor ve kendi aramızda dertleniyorduk;
‘Bu adam arabayı dahada bozacak, ne anlar araba tamirinden, bizdeki şansa bak..’
Birkaç dakika sonra sarhoş adam işini bitirmenin mutluluğu ile pis pis sırıtarak seslendi;
‘İş tamam, kontağı çevirin...’
Sarhoş adama inanmıyordum ama yinede dediğini yapıp kontağı çevirmemle araba çalışıverdi.Sevincimizden sarhoşa can simidine sarılır gibi sarılıverdik.
‘Çok sağolasın amca, Allah tuttuğunu altın etsin amca..’
‘Hızır mısın be amca? Seni Allah mı gönderdi?’
‘Arabayı nasıl tamir ettin be amca? Anlıyor musun bu işlerden?’
‘Ben Kayseri Reno servisinde baş ustayım, iyi ki bana denk geldiniz.Yoksa kimse arızayı bilemezdi..’
‘Yaşa be amca, borcumuz ne kadar?’
Borcumuz ne kadar lafını duyan sarhoş usta birden sinirlendi.Dudağının kenarında yarısı bitmiş sigarasının dumanını çeke çeke bağırdı;
‘Ne parası? Ben yolda kalmışlardan para almam, insanlık için yaptım...Neyse gençler, ben sizi çok sevdim.Ben sizin işinizi gördüm, şimdi sıra sizde..’
‘Söyle amca ne yapalım?’
‘Bu meret tek başına içilmiyor, bende birileri denk gelse de kafaları cilalasak diyordum, size rastladım.Sizi Allah gönderdi...’
‘Eee, biz ne yapalım?’
‘Benim çilingir soframa misafir olacaksınız, hep birlikte içicez, güzelleşecezz, tamam mı?’
Meğer bizim sarhoş usta Kayseri manzaralı Erciyes dağına tek başına rakı içmeye gelmiş.Tek başına canı sıkılınca, bir Allah kulu olsa da rakıyı beraber içsek diye içinden dert yanar imiş.
‘Kul sıkışmayınca hızır yetişmez’ derler.Biz dağ başında naçar beklerken, can yoldaşı arayan sarhoşu karşımızda buluvermiştik.
Sarhoşun beraber içme teklifini ne kadar reddetsek te adamdam kurtulamadık.Çaresiz Kayseri manzaralı çilingir sofrasına oturduk.Peynir, kavun eşliğinde tadını dahi bilmediğimiz acı rakıyı boğazımız yana yana içmeye çalıştık.Güneş batmış, ufuktaki kızıllığı yok olmak üzereydi.Erciyes’in akşam ayazını artık hissetmiyorduk.Yanaklarımız al al olmuş, içimiz yanıyordu.Sarhoş usta, rakının tesiriyle ‘Gesi bağları’ türküsüne eşlik etmemizi istedi.Erciyesin karanlık ve dik vadilerinde söylediğimiz türkü yankılanıyordu...
‘Gesi bağlarında bir top gülüüm vaarrr...’